Bir Hikaye

Bundan elli küsur yıl önce, bir gün, bir kız bebek gelmiş dünyaya, bu İstanbul şehrinde. Lakabı bile ‘Güzel’ olan annesi gerçekten dünyalar güzeliymiş ama geç evlenmiş ve üstelik evlendiği adam kendisinden oldukça büyükmüş. Bebeğin babası olan bu adam bir hayli yakışıklıymış.
Her ikisi de iyi ailelerden gelmiş, o zamanın en iyi okullarında okumuş, birkaç dil bilen, akıllı, kültürlü insanlarmış. Yakışıklı adam daha önceki eşinden boşandığı zaman eşi ona kızını göstermemiş, o da bu yüzden başka çocuk istemezmiş, Güzel hanım ise çok çocuk sahibi olmak istediği için evlendikten bir müddet sonra hamile kalmış ve hamileliğini beş ay eşinden gizlemiş.

 

Gerçek ortaya çıktığında da kıyametler kopmuş, ondan sonra bir daha araları hiç iyi olmamış. Adam doğal olarak doğuma gelmemiş, sonraki günlerde de kadının burnundan getirmek için elinden geleni yapmış. Küçük bebek bir yaşlarına geldiğinde boşanmışlar ve güzel hanım adeta kendisini beklemiş olan ikinci dereceden kuzeni olan bir başkası ile evlenmiş.

 

O sıralarda küçük kız iki yaşına gelmiş. Evdeki erkek cinsiyetini temsil eden kişiye “baba” demeye başlamış ama bir yandan da arada bir de olsa gördüğü asıl babasına da “baba” diyormuş. Küçük kızın kafası çok karışmış, evdeki babası ona hiç de baba gibi davranmıyor, hiçbir şeyine karışmıyormuş. Ne seviyor ne de kızıyormuş. Arada bir gelen ve onu alıp yemeğe götüren babası ise ona yemekte nasıl oturacağını filan öğretiyormuş. Küçük kız babasının gözünün içine bakıyormuş, babası onun ne kadar akıllı olduğunu, büyümüş olduğunu veya elbisenin yakışmış olduğunu söyleyecek mi diye. Ama babası öyle bir adam değilmiş herhalde, çünkü küçük kız onu kaybettiği sekiz yaşına gelene kadar hatırladıklarının içinde böyle bir sahne yokmuş.

 

Arada bir gelen baba yurtdışında diplomatmış, bir gün yine geldiğinde kızına ikiz bebekler getirmiş, biri kız, biri erkek ve kızının onları çok beğenmiş olmasını beklemiş. Halbuki küçük kız artık sokakta çocuklarla oynayacak yaşa gelmiş ve onlar gibi beline takacağı bir tabanca istiyormuş. Babasına bunu bile söyleyememiş, öyle bir samimiyetleri yokmuş çünkü. Sadece kendisinden bekleneni yapmış, bebekleri çok beğenmiş gibi..

 

O zamanlar başlamış kendine değil de başkalarına göre davranmaya, o zamanlar başlamış sahte olmaya, sevilebilmek için iyi kız olmaya, eğlenceli ve neşeli olmaya. Çünkü somurtanları kimse sevmezmiş ve istemezmiş. O herkesten daha akıllı olmak zorundaymış, çünkü zaten gördüğü ilgi ve sevgi azıcıkmış, o yüzden gayret etmeli, insanların işine yaramalı, insanlara iyi gelmeliymiş. Böyle bir karar almış o zamanlar bilmeden.

 

Birileri onu takdir etmeliymiş, evdekiler etmediğine göre…

 

O sırada küçük kızın bilmediği bilimsel gerçek:

 

Her çocuk evde kendi cinsini taklit eder ve bu esnada karşı cins olan diğer ebeveyninden takdir bekler. Yani bu bir kız çocuğu ise annesini taklit eder, babasından takdir bekler. Erkek çocuk ise o da babasını taklit eder ve anneden takdir bekler. Yaptığı taklit karşı cins tarafından takdir edilirse o hareketi benimser ve yapmaya devam eder, takdir edilmezse yapacak yeni bir şey bulur. Bütün bunlar da 0-7 yaş arasında olup biter. Her çocuğun kitabı o yaşlarında yazılır, oradaki senaryoya göre oyun devam eder.

 

Bizim hikayemizdeki küçük kızın iki tane babası varmış ama onu ne annesini taklit etmesinde ne de başka herhangi bir konuda takdir eden bir babası yokmuş.

 

Babası kendine dönük, talepkar, koşulları olan, mesafeli bir adammış.

 

Küçük kız yavaş yavaş büyümüş küçük bir genç kız olmuş, on beş yaşına gelmiş ve bir delikanlı ile tanışmış.

 

Birbirlerine iyi gelmişler, ilk tanıştıkları akşam bunu fark etmişler ve evlenmeye karar vermişler. Ayrı şehirlerde oturuyorlarmış, o yüzden herkesin “bir zaman sonra biter” dediği aşkları kendileri ile birlikte büyümüş. Her iki şehirde de ‘Love Story’ diye anılmaya başlamışlar.

 

Dört yıl sonra evlendiklerinde, küçük kız on dokuz yaşında bir genç kız olmuş. Hala evlenmek için çok küçük bir yaştaymış ama o beyaz atlı prensini bulmuş olduğundan emin olduğu için hiç tereddüt etmeden ailesinden, annesinden, kardeşinden, sevgili arkadaşlarından, çok sevdiği şehrinden vazgeçip delikanlının kupkuru başkentine taşınmış. Üstelik evleri hazır olmadığı için bir müddet kayınvalide ve kayınpederinin evinde oturmuşlar.

 

Genç kız adapte olmakta çok zorlanmış, hem yeni bir şehre hem evliliğe hem üniversiteye ayak uydurmaya çalışırken hamile kalmış ve yirmi yaşında kızını dünyaya getirmiş, dört yıl sonra da oğlunu…

 

O arada okulunu bırakmış, kendisini eşine ve çocuklarına adamış. Ama nedense bir türlü istediği takdiri ne eşinden ne de eşinin ailesinden görebilmiş.

 

Genç kadın artık bir zamanlar iyi geldiği eşine yetmez olmuş, adam kendi dünyasında, daha çok erkek arkadaşlarıyla vakit geçirirmiş. Hem evli hem bekar gibi yaşamak adamın çok hoşuna gitmiş. Ailesinin imkanları da çok fazla olduğu için ve adam gittikçe o imkanlara daha fazla sahip olduğu için gittikçe olaylar çığırından çıkmış, tamamen padişah ve tebası durumuna dönüşmüş.

 

Aslında genç kadının yaşadığı her şey sekiz yaşına kadar yaşadıklarıyla aynıymış, takdir beklediği erkek tıpkı babası gibi genellikle kendine dönük, talepkar, koşulları olan ve gittikçe daha çok aradaki mesafeyi açan bir kişiymiş.

 

Başka türlüsü nasıl olsun ki? Genç kadının erkekler hakkında kemikleşmiş düşünceleri ve inançları doğrultusunda karşısına çıkan erkeğin de tıpkısının aynısı olması doğa kurallarına bire bir uygunmuş.

 

Genç kadın ne yaptıysa olmamış, istediği sevgiyi ve ilgiyi görememiş. Kendisinin de var olduğunu, iyi biri olduğunu, sevilmeye layık olduğunu anlatmaya/ispat etmeye/ ikna etmeye çalışmaktan yorulmuş..

 

Ve bir gün gelmiş elindeki oyuncağı adamın kafasına atmış. Yedi yaşında babasının kafasına atamadığı bebeği kaldırıp eşinin suratına fırlatmış. Elindeki oyuncak bu defa kendi evliliğiymiş.

 

İşte bu noktada kadın onun da canını yakmak istemiş, öyle şeyler yapmış ki, adamın ezberini bozmuş.

 

Ve adam ona öyle kızmış ki, onu parasız bırakarak cezalandırmak istemiş. Yıllarca boşandığı karısını affetmemiş.

 

Aradan 22 yıl geçmiş, bir gün kadın kendi hayatına uzaktan bakmış ve ilk eşiyle babasının benzerliğini fark etmiş, yaşadıklarının yedi yaşına kadar kendi yazdıkları olduğunu görmüş.

 

Birden fark etmiş ki o eşine yaptıklarından dolayı aslında kadın kendini hiç affetmemiş ve kendisini bu yüzden kendisi parasız bırakmış, kendi cezasını kendisi kesmiş.

Yıllarca elindekini, avucundakini saçması ve paradan kurtulmak istermişcesine harcaması bu yüzdenmiş. İstediği kadar kazanamaması, verdiklerini geri alamaması da bu yüzdenmiş. Durduran kendisiymiş.

“Ne yapmalı?” diye sormuş kadın kendine.

Ve kadın adamdan özür dilemeye karar vermiş. O oyuncağı öyle fırlatıp atmayabilirdi, seçimlerini uygularken en azından daha nazik olabilirdi.

 

Neyi seçtiğimiz değil, nasıl uyguladığımız önemli.

 

Kim olduğumuz değil, her an kim olmayı seçeceğimiz önemli.

 

Kendimizi seçimlerimizle birlikte sevmemiz önemli.

Geriye dönüp baktığımızda pişman olduklarımız varsa, tamir edebiliyorsak etmek önemli. O kişiye buradaki halimizle oradaki duygularımızı anlatabilmek ve basitçe özür dileyebilmek önemli.

Kendimizi, ne yapmış olursak olalım, affetmek önemli.

İnançlarımızı ve düşüncelerimizi değiştirebilmek ise hepsinden önemlisi.

Yoksa, ne bedel ödemekle ne kendimizi cezalandırmakla bir yere varamıyormuşuz..

Acının geçmesi yıllara ya da ödediklerimize bağlı değilmiş..

etiketler:
,
1 Comment
  • evde ki serseri
    22:38h, 09 Kasım Yanıtla

    kış günü bahar gözlü olmanın elbette bir bedeli olmalıydı…yaa kışa noldu ??? ben gidiyorum varsa hakkım helaldir..sende heal et lütfen ..

Yorum Yazın